• Cihat-Demirbag-social-media-icons-3-05
  • Cihat-Demirbag-social-media-icons-3-01
  • Cihat-Demirbag-social-media-icons-3-02
  • Cihat-Demirbag-social-media-icons-3-03
  • Cihat-Demirbag-social-media-icons-3-04
  • Cihat-Demirbag-social-media-icons-3-06
  • Cihat-Demirbag-social-media-icons-3-10

+90 (216) 888 14 78

5 Nisan Avukatlar Günü (2025)

5 Nisan Avukatlar Günü (2025)

5 Nisan Avukatlar Günü: Bu Sessizliğin Tanıkları Değil, Muhatabıyız

Bugün 5 Nisan. Avukatlar Günü. Yani takvimin bir köşesinde hatırlanmak üzere ayrılmış bir gün. Oysa biz, hatırlanmak değil, hatırlatmak zorundayız artık. Çünkü bu ülkede adaletin üzeri örtülürken, biz avukatların ağzı kapatılmak isteniyor. Ve susan her hukukçunun, sisteme değil, zulme mecbur bırakıldığı bir düzende yaşıyoruz.

Bugün Avukatlar Günü. Fakat bizler bunu çoğunlukla kutlamıyoruz. Çünkü kutlama; hakkın teslimiyle, onurun iadesiyle mümkündür. Biz hâlâ ayakta durmaya çalışan, her gün biraz daha itibarsızlaştırılan ve özellikle son zamanlarda ise susturulmaya çalışılan bir mesleğin neferleriyiz. O yüzden Türk halkı bilmelidir ki savunma sustuğunda; ne hukuk kalır, ne hak, ne de devlet. Bu yüzden bugün bir günü değil, bir gerçeği hatırlatıyoruz: Biz avukatız. Ve bu sistemin suskun tanıkları değil, gür sesli muhataplarıyız.

Bu noktada, avukatların toplumla kurduğu bağın ne kadar hayati olduğu da hatırlanmalıdır. Bugün belki size bir meslek grubu olarak uzak geliyor olabiliriz. Çünkü belki henüz bir mahkeme salonunda işiniz yok, belki damıtılmış bir bilgi ışığında bir dilekçeye ihtiyacınız olmadı. Ama unutmayın: adalet bir gün yargılanmadığınız bir durumda bile neticesi itibariyle mağduru olabileceğiniz bir durum içinde illaki herkese lazım olur. Ve o gün geldiğinde, yanında görmek isteyeceğiniz kişi bir avukattır.

Ancak bu gerçeğe rağmen, siz bugün ülkede olan bu kadar sıradışı durum içinde avukatların sesine kulak vermez, mücadelesine sırt çevirirseniz, yarın o sesi bulamayabilirsiniz. Avukatlar yalnızca bireylerin değil, halkın ortak hafızasının ve hakkının savunucusudur. Onları yalnızlaştırmak, adaleti yalnız bırakmaktır.

Yargının Bağımsızlığına Darbe Niteliğindeki Atama Mekanizmaları

Yakın geçmişimize hep birlikte baktığımızda, bu yalnızlaştırmanın nasıl sistematikleştiğini açıkça görebiliriz. 15 Temmuz’dan sonra başlayan olağanüstü hal uygulamaları, bir süredir olağan kabul ediliyor. Oysa olağanüstü olan, yalnızca o gecenin travması değil; onun bahanesiyle gasp edilen kamu düzenidir. Kamu, halkın elinden sistemli biçimde alınırken; hukuk, yürütmenin acil ihtiyaçlarına göre şekillendirildi. Yani yasa, artık genel kural değil, özel talimatname haline geldi. Ve biz bu dönüşümün sadece izleyicisi değil, mağduruyuz.

Bugün geldiğimiz noktada, avukatlık mesleği yalnızca yargının kurucu unsurlarından biri olmaktan değil, aynı zamanda bir duruşu temsil etmekten ibarettir. Avukat, sadece savunma yapmaz; hukukun sınırlarını zorlayan her türlü keyfiliğe karşı da direnç noktasıdır. Tam da bu yüzden avukatlar hedef alınır. Çünkü avukatlar, gücün karşısında eğilmeyen son sütundur. Oysa biz bugün, yargının siyasetle şekillendirildiği bir düzende, savunma makamının da sistem dışına itilmeye çalışıldığını gözlemliyoruz.

Bu durumu daha somut anlayabilmek için yargıdaki atama mekanizmalarına göz atmak yeterlidir. Bir darbe girişimi bahanesiyle askerlerden önce 5800 hâkim ve savcı görevden alınıp, daha fazlası kısa zamanda ikame edildi. Sistem değişikliği yaşandı ve Cumhurbaşkanı birçok yargı mensubunu doğrudan atar hâle geldi. Mesela Cumhurbaşkanının Anayasa Mahkemesi’nin 15 üyesinden 12’sini doğrudan ataması, Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun 13 üyesinden 6’sını (4’ü doğrudan, 2’si Adalet Bakanı ve yardımcısı olarak doğal üyelikle) belirlemesi ve bu kurul üzerinden Yargıtay ile Danıştay üyelerinin büyük bölümünün seçilmesi, ardından bu iki yüksek yargı organından seçilen 11 üyeyle oluşan Yüksek Seçim Kurulu’nun da dolaylı biçimde kontrol altına alınması; kuvvetler ayrılığı ilkesinin sadece kağıt üzerinde kaldığını açıkça göstermektedir. Bu durum, düğmesiz cüppeleri düğmeli cüppeler hâline getiren bir hukuk silahına dönüşür ve zamanla hakkını alamayan halkın isyanına ve kaosa dönüşür.

Bunun sonuçları sadece hukuki değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal açıdan da ağırdır. Bu tip durumlar, ülkemizi zayıf düşüren; ülkenin adeta iyileşmek için ateşi yükselip savaş verirken havale geçirme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı, başka ülkeler için büyük fırsatlar yaratan ve beka sorunu doğuran bir hal oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Anayasaya göre bağımsız ve tarafsız olması gereken yargı organlarının, yürütmenin başı tarafından doğrudan ve dolaylı atama mekanizmalarıyla şekillendirilmesi karşısında sesini yükselten barolar ise, yine bu yapının içinde yer alan ve bağımsızlık ilkesini açıkça ihlal eden hukukçular eliyle ya disiplin süreçlerine sürüklenmekte ya da sistem dışına itilmektedir.

Bu süreçte baroların karşılaştığı baskılar da kayda değerdir. Örneğin 2020 yılında çoklu baro yasasına karşı çıkan İstanbul, Ankara ve İzmir Baroları'nın yöneticileri hakkında soruşturma başlatılmış; 2022 yılında ise Diyarbakır Barosu’nun yöneticileri, yaptıkları basın açıklamaları nedeniyle yargılanarak cezalandırılmıştır. Geçtiğimiz günlerde ise İstanbul Barosu Başkanı ve yönetim kurulu hukuka aykırı gerekçe ve yöntemlerle görevden alındı. Verilen kararın üst mahkeme süreçleri hala devam ediyor. Bu durum, yalnızca bireysel hak ihlali değil, aynı zamanda yargı eliyle işlenen organize bir anayasa suçu niteliği taşımakta ve iktidarın yönettiği ve belki de 15 temmuz bahanesi ile liyakete aykırı uygulamlar ile gasp ettiği kamu sisteminin içinde liyakete ayklırı usullerle yer alan bazı hukukçuların, sadece sessizlikleriyle değil, aktif katkılarıyla o hukukçularında o suçun ortağı hâline geldiğini görülmektedir.


İşte tam da bu nedenle, yukarıda çerçevesi çizilen yargı yapısındaki demokratik erozyonu ve anayasal düzene yönelik bu sistematik müdahaleyi fark eden, buna itiraz eden ve bu yapının karşısında bedel ödemeyi göze alarak duranlar yine avukatlardır; çünkü yargının tüm sacayakları içinde tek seçimle gelen ve halkla organik bağı olan tek meslek grubu avukatlardır. Bugün cumhuriyeti korumakla mükellef savcıların bile delile değil, niyete göre iddianame düzenleyebildiği bir düzenekteyiz. Ve bu sistemin en rahatsız olduğu şey, soru soran bir avukattır. Çünkü avukat, “neden?” diye sorduğu anda tüm o kağıttan kulelerin hukuki kılıfı bozulur. İşte bu yüzden savunma makamı itibarsızlaştırılmakta, değersizleştirilmekte, sistem dışına itilmekte. Bu bir tesadüf değil; planlı bir imha girişimidir.

Toplumsal yapının ve kamu mülkiyetinin yeniden dizayn edildiği bu süreçte, hukukun kavramsal deformasyonu da yaşanmıştır. Bir zamanlar kamuya ait olan ne varsa, 15 Temmuz sonrası “yeniden yapılandırma” şemsiyesi altında sessizce el değiştirdi. Hatta artık eski Türkiye Cumhuriyeti yok, yeni bir sisteme geçildi bu nedenle Cumhurbaşkanının ilk seçimidir gibi safsatalara bile müracaat edildi. Muhalefet partileri de bu algı ile mücadele edemediler. Bu süreci sadece bir vatandaş olarak değil, aynı zamanda hukukçu olarak da müşahade ettik. Ve gördük ki, sadece kurumlar değil, kavramlar da el değiştiriyor bu ülkede. En çok da “hukuk” kelimesi. Ne yazık ki artık "hukuk" iktidarın istediği gibi eğip büktüğü bir plastik hamur, “adalet” ise hiç uğramayan bir misafir gibi... Bugün geldiğimiz noktada, hukukun üstünlüğü kavramı, devlet erkanının nutuklarında yankılanan nostaljik bir ağıttan ibaret. Artık sadece nutuklarda var. Oysa biz biliriz ki hukukun üstünlüğü lafla değil, adaletin üstünlüğünü kabul etmekle başlar.

Basit bir örnekle anlatacak olursak, mevcut iktidar döneminde yalnızca ihale kanununda 400’ün üzerinde değişiklik yapılmış olması, hukuk sisteminin nasıl bir mühendislik projesine dönüştüğünün açık kanıtıdır. Hukuk artık adaletin değil, iktidarın halka değil seçkinlere hizmet etmesinin bir aracı haline gelmiştir.

Bu sistemde sembolik konumlar bile artık keyfiyetin temsili haline gelmiştir. Bugün seçilmiş değil de atanmış bir makam olarak Adalet Bakanlığı koltuğu bile, Anayasayı, Danıştay’ı, yüksek yargı makamlarını tanımaz bir özgüvenin simgesi haline gelmiş durumda. Atanmışlar, seçilmişlere eleştiri ve hakaret ediyor, halkı yönlendirecek beyanlarda bulunabiliyor. Anayasa Mahkemesi’ne parmak sallayan, yargı bağımsızlığını alenen zedeleyen atanmış bir makamdan, seçmene adalet sunan bir hukuk sistemi inşa etmesi beklenemez. Oysa Adalet Bakanlığı, Barolar Birliği Başkanlığı gibi tabandan gelen, hukukçuların güvenini kazanmış seçilmiş bir temsilcinin doğal hakkı olarak kurgulanabilir. Eğer o makam, gerçekten halkın da savunucusu olan avukatlık mesleğinin erbapları tarafından seçilseydi; bugün bu çürümüşlüğün ve suskunluğun adı istikrar(!) olmazdı.

Yargı bağımsızlığının sessizce çökertildiği bu düzene karşı direnen baroların ve hukukçuların mücadelesinin bu alarm etkisini kavrayamayan ya da görmezden gelen meslektaşlara bir farkındalık çağrısı yapmayı diliyorum. Zira avukatlar, mahkemelerin süsü değil, yargının vicdanıdır; avukatlar, sadece hak arama özgürlüğünün değil, anayasal düzenin de son savunucularıdır.

Çünkü hukuksuzluk, sadece yargı kararlarında değil; hukuku konuşan her avukatın sesinin kısılmasında da karşımıza çıkıyor. İşte bu dönüşüme ilk tepki gösterenler barolardı. Türkiye Barolar Birliği, İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük barolarla birlikte Anadolu’daki yaklaşık 45 baro, çıkarılan KHK’ların ve Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin anayasaya aykırı yönlerini tespit etti. Uyardılar, dava açtılar, kamuoyuna açıklamalar yaptılar. Ve işte tam da bu yüzden geçtiğimiz günlerde cezalandırıldılar. Siyasi olmayan bu meslek kuruluşları, siyasetin yargı ve kurumlar üzerindeki kırbacı ile cezalandırıldı. İstanbul Barosu’na ek olarak yeni bir baro daha açıldı. Çünkü yürütme, denetlenmekten hoşlanmaz. Baroların yaptığı şey siyaset değildi; siyasileşen yargıya karşı halkın hukukunu savunmaktı. Fakat bu ülkede artık anayasal refleksler değil, refleksif kararlar, basının da perdelenmesi yoluyla halka öyle inandırıcı şekilde anlatıldı ki, bu adaletsizliğin mağduru olacak iktidar yanlılarına bile makbul göründü.

Çünkü barolar, ısmarlama yasaları teşhis eder, anayasa ihlallerini not eder, halkın henüz farkına varmadığı hak kayıplarını önceden sezerler. Yani hükümetin uyarı sistemine benzeyen, ama susturulmak istenen alarm sesleridir onlar. Bu yüzden baro başkanları hakkında soruşturmalar açıldı, görevden almalar başladı. Çünkü düşünmek, dile getirmek; dile getirmek, cesaret ister. Cesaret ise siyasetin en sevmediği şeydir. Oysa hukuk, ancak adalete yaslanırsa anlamlıdır. Bir hukuk sisteminde pergelinin ucu adalete sabitlenmemişse, oluşan şekil bir hukuk dairesi değil, kaos dünyası olur. Artık her şey herkes için belirsiz bir hâl alır. Avukatlık, bir meslek olmanın ötesinde bir vicdan nöbetidir. Biz bu nöbetteyiz. Bugün değilse yarın, adaletin sesi yeniden gür çıktığında, bu sesin içinde avukatların sessiz ama kararlı duruşu olacaktır.

Bu yüzden halkımıza da bir çağrımız var: Avukatınıza sahip çıkın. Sadece dava geldiğinde değil, adaletin yokluğunu hissettiğinizde de… Çünkü bir gün adalet size de lazım olacak. Ve o gün geldiğinde, sizin yanınızda yalnızca hakikatin peşinden giden avukatlar duracaktır.